18 Ocak 2010

Simitçi, Kahveci, Gazozcu, Reklam Fotoğrafçısı



Doksanlı yıllarda reklam fotoğrafçısı olarak İstanbul’da çalışmak belkide bir daha kimselere nasip olmayacak bir rüyaydı.


Seksenli yıllarda hızını alan serbest piyasa ekonomisi, markaların diğer benzerlerinden farklılaşma arzusu, markaların yurtdışındaki benzerlerinin artık ülkemizde de raflarda satılması ve görselliğin artık yavaş yavaş içeriğin yerini aldığı yıllar.

Yani reklam ve rekabetin el yordamı ile öğrenildiği, reklamcının da reklam fotoğrafçısının da hazırlıksız yakalandığı yıllar.

İstanbul’da reklam fotoğrafçısı olarak çalışanların parmakla gösterildiği herkesin birbirini tanıdığı, ajansların reklam fotoğrafı çektirmek için Ahmet,Mehmet,Hasan arasında kısıtlı bir tercih şansının olduğu zamanlar.

Sekiz saatlik çalışma dilimlerinde günde üç kaşe vurulan, sabahlara kadar fotoğraf çekilen altın yıllar Doksanlar.

Reklam fotoğrafçısı, fotoğraf setinde, tripod üzerinde kurulu bulunan sihirli kutudan ne çıkacağını bilen tek adam yani kral.

Ürünü çekilen firma sahibi zaten deklanşöre ilk basılacak ana kadar ajansa, prodüksüyona,modele makyöze öyle bir para harcardı ki reklam fotoğrafçısının gözünün içine bakardı, önündeki sihirli kutudan çıkacakların tam da istediği gibi olması için.

Dijital fotoğraf makinesinin olmadığı, küçücük polaroidin başımıza gelecekler konusunda tek referans olduğu fotoğraf çekimleri .

Fotoğraf çekilecek olan mekanlarda temizlikler yapılır, kıyafetler ütülenir hiçbir hataya yer bırakılmadan setler oluşturulurdu. Yapılacak olan hataların telafisi ancak çekimin tekrarlanması ve harcanan tüm paraların bir kez daha harcanması demekti.

Eğer fotoğrafçı asistanıysanız ve tüm çekimi, filmleri banyo ederken yaktıysanız sizin için artık maslak sanayide kaportacıya çırak girmekten başka bir yaşam koşulu yok demekti.
Daha photoshop icat olmamış ve yüzlerdeki sivilceleri temizlemek hala makyözlerin işiydi.
Ve sonra dijital fotoğraf çıktı.

Çekim setlerinin kralı; reklam fotoğrafçısı, yani sihirli kutudan çıkacak olanı bilen tek kişi bütün krallığını yitirdi.

O kralın yerine; ensesinde firma sahibinden,makyözüne, kıyafetleri taşıyan hammalından, kamyon şöförüne kadar her klik sesinde bende bakayım abi diye kafasını kamera ile aranıza sokan kalabalıklar içinde, nasıl olsa photoshopta düzeltilir diye biçilmemiş çimlerin, süpürülmemiş setlerin içerisinde dolaşan ve bir yandan da kamerasının arka ekranın kapatmaya çalışan bir tekniker geldi.
Artık mimari fotoğraflar çekerken kimse birgün önceden bahçeler güzel gözüksün diye çimleri biçmiyor, otel çekimlerinde yatak örtüsü artık fotoğrafçıya ısmarlanıyor “ pembe üzerine yeşil ekose yapalım ama yastıklar mavi olsun”

Bir elinin parmaklarına oje sürmüş diğerine sürmeye üşenmiş “siz photoshopta halledersiniz” diyen fotomodeller var artık.

Odalara masa, duvarlara sıva, buruşuk pantolonlara ütü, dudaklara botoks, memelere silikon

Işık bilmeden, açı görmeden, megapikseli büyük olanın fotoğrafçıyım diye dolaştığı ve iş kapmak için çimleri de biçmeye, duvarlara sıva çekmeye razı olduğu bir reklam fotoğrafı dünyası.

Sezen Aksu’nun şarkısındaki gibi simitçi,kahveci gazozcu,reklam fotoğrafçısı….

Fotoğraf: Enis Umuler



16 Ocak 2010

Dijital çıktı, mertlik bozuldu mu?




Leonardo da Vinci 1500 lü yıllarda, en iyi perspektifi yakalayabilmek için, duvarına gözlük camı kadar bir delik açılmış, kocaman bir oda büyüklüğünde Camera Obscura'yı icat ettiğinde işin kolayına kaçıyor olmakla suçlanmış. Bazıları icadı sevinçle karşılarken, hayatı kolaylaştıran her şeye kızan bazıları buna da kızmış. Bu gün fotoğraf makinesinin babası olarak kabul edilen Camera Obscura ya o gün biçilen kader bugün torunu dijital fotoğraf makinesinin de kaderi oldu.

Leonardo ustadan 500 yıl sonra ne yaptığınla değil nasıl yaptığınla daha çok uğraşanların daha fazla alan kapladığı bir sanat camiasında, sanat yapmanın en kolay olduğu ama sanatçı olmanın en zor olduğu fotoğraf dünyası kendine yeni bir eğlence buldu. “Dijital çıktı mertlik bozuldu mu?”

1980 li yıllarda fotoğraf derneklerinde fotoğrafa başlayan benim gibi talihsizler daha fotoğraf makinesinde deklanşörün nerede olduğunu öğrenemeden, kendimizi yaptığımız iş sanat mı değil mi tartışması içerisinde bulduk.

Ders aldığımız küçük odaların yanında ki yönetim odalarında üstat diyerek el öptüklerimiz yüksek sesle ders veren öğretmenin sesini de bastırarak tartışırlardı, aslında belgesel fotoğraflar çekmemiz gerektiğini kurgu fotoğrafın bir sonu olmadığını, deneysel çalışmaların film ziyanı olduğunu.

Deneysel fotoğrafı savunanlar daha genç abilerimiz Avrupalı sanatçılardan örnekler verir fotoğraflarını hiç görmedikleri sanatçıların fotoğraflarını sanki çekilirken oradaymış gibi savunurlardı. Yeni tanıştığımız kursiyer arkadaşlarla göz göze gelir içimizden sessiz bir yemin eder gibi bakışırdık “biz böyle olmayacağız” diye.

Oysa ki içimizden kimileri sadece yeni doğmuş çocuğunun fotoğraflarını güzel çekebilmek için o derneklerde açılan kurslara başlamıştı, kimimiz güzel olanın peşindeydi, kimimiz bir güneş batışını, zaten pahalı olan filmi yakmadan doğru dürüst çekerek evinin duvarına asmak için o derneklerde fotoğraf kurslarına başlamıştık.

Birden kendimizi belgeselciler ve deneyselciler arasında ki kutuplaşmada taraf bulduk. Belgesel fotoğrafı savunan, üstatların karizmasını aşamayanlar ellerinde makine en acılı yüz ifadesini fotoğraflamak için kendilerini sokaklara atarken, deneysel fotoğraf da o güne kadar yapılanların üzerine kısıtlı imkanlarla bir tuğla daha koymak isteyenler, evlerindeki köşe lambalarına, pencerenin tülünü sararak soft box lar icat etti, yatak çarşaflarından fon bezi, teyze kızından model yaptılar.

Photoshop u icat eden hintli program uzmanlarının daha “Commodore 64” çocuk bilgisayarını görmediği yıllardı. Evin küçük tuvaletinden bozma karanlık odalarda en iyi tonu bulmak için daha yeni dağılmaya başlamış Sovyetler Birliğinden gelen ucuz filmleri banyo ederken Türk malı film banyosu ile Sovyet yapımı filmin ilginç birlikteliğinden ne çıkacak diye bekler dururduk,film banyosunun sürdüğü esasında on dakika olan ama bize saatler gibi gelen banyo sürecinde.

Fotoğraf, ve fotoğrafçı ancak düğün salonlarında ki şipşakçılarla ve ikametgaha konacak vesikalığı çeken mahallenin fotoğrafçısı Cemal abi ile müsemma iken, zaten evin dar bütçesinden filme, fotoğraf kartına banyosuna para ayırmak bunu annenize babanıza anlatmak, anne ben Hristiyan oldum demekten bile zordu.

Hele hele çektiğiniz fotoğraflarda ağlamaklı bir yüzle duvara yaslanmış, karalar giymiş bir kadın elinde beyaz bir gül uzaklardan geçen bir gemi gibi sizin için büyük ama aileniz için küçük bir adımın izleri varsa, birde üstüne güzel bir gün batımı bile çekememekle suçlanır aile bütçesini uğrattığınız zarar konuşulur dururdu.

Birde o fotoğrafı anne ben sanat yaptım diye evin duvarına asmaya kalkarsanız, konu komşu gelince anneniz oğlunun delirdiğini düşünmesinler diye ya resmi saklar ya ninenizin el örgüsü hırkasın resmin üzerine asardı.

Belgeselciler in işi de annesine imge dünyasını anlatmaya çalışan hatta daha da ileri giderek bunu anlamasını bekleyen deneyselciler kadar zordu.

Onların aileleri de yanda ki mahallede ki yaşlı kadının ya da top oynayan yırtık pantolonlu çocukların fotoğraflarının evlerinin duvarında ne aradığını, hatta rahmetli büyük babanın fotoğrafı ile aynı duvarda ne işi olduğunu anlamakta zorluk çeker “ aman canım çocuk oyalanıyor kumara, içkiye merak saracağına fotoğraf çekiyor” diye avunulur, fotoğraf la uğraşmak kumarbaz olmak dan daha iyi olmakla şereflendirilirdi.

Daha İnternet'in olmadığı yurt dışında ki sanatçıların kataloglarının daha Türkiye'de satılmadığı, önümüze gelen tek fotoğraf imgesinin gazetelerde ki Turgut Özal fotoğrafları, ve yeni yeni Türkiye'de başlayan dergi yayıncılığı ile önümüze gelen yarı çıplak kadın fotoğraflarının olduğu bu yıllarda, son derece iyi niyetle çıkan fotoğraf dergileri de kendi klanlarının fotoğraflarına yer verir bu dergiler ya tamamen, uçurumun kenarında beyazlar giymiş kadınların bulutlu bir akşam saati kara kara düşündüğü fotoğraflar olur ya da pantolonu düşmüş, salçalı ekmek kemiren mahalle çocuklarının kırk sayfalık serüvenleri olurdu.

Sovyet malı Zenit fotoğraf makinesinin eskisinden daha da farklı bir şey yapmayan yeni modelini alanlar Boğaz da yalı almış iş adamı gibi girerdi, fotoğraf derneklerine, günün popüler çocuğu olur, birkaç gün esas oğlan olmanın tadını çıkarırdı, dört duvar dernek binasının içerisinde.
Eskimiş olan Zenit ise derneğe yeni başlamış bir kursiyer tarafından alınır, bir başkasının ilk Zeniti olurdu.

Bunca yıldan beri o ilk fotoğraf makinesini saklayanlara hep özenmişimdir, bir şey almak için birşeyden feragat etmeme lüksünden mi yoksa anısı olduğu için mi bilmem. Ben rus pazarından 110 lira ya aldığım o ilk makinemi saklayamamış olsam da ilk çektiğim fotoğrafın geçenlerde eski bir kitabın içinden çıktığı anda ki mutluluğum her halde tanrının bana en büyük armağanlarından biridir diye düşünürüm.

Bu gün cep telefonlarımızdan fotoğraf çekerken, bazılarımız belki de bunca zorlukla fotoğrafçı , fotoğraf sanatçısı, fotoğraf zanaatçisi olduğumuz için işin bu kadar kolaylaşmasına kızıyoruz ya o zaman orta çağ da Leonardo da vinci yi suçlayanlardan, Picasso'nun mavi ve pembe dönemlerinde ucuz boya bulduğu için bu dönemler bu rengi kullanmakla suçlayanlardan ne farkımız kalıyor.

Ortaya çıkan resme bakacağımıza niye palete takılıyoruz, dijital, ahşap, metal,tual önemli olanın palet değil sanatçının ne söylediği değil mi.

Öğrencilik yıllarımda evimin duvarına koca harflerle astığım büyük cazcı Miles Davis'in sözü geliyor aklıma “Sanatçıyım Diye Ortaya Çıkmışsan Birşeyleri Değiştireceksin”

Biz de bir şeyleri değiştirmeden önce şu orta çağ kafamızı bir değiştirsek de, dijitale kızacağımıza bunun nimetlerinden yararlanmaya başlasak ne güzel olacak.

Bir de şuradan bakmak lazım dijital fotoğraf makinesi ile yüz binlerce ayrı gözden görsel bir tarih yazılıyor, hiç gelmeyeceğini düşündüğümüz yüz yıl sonra, insanlar artık bizim gibi üç fotoğrafla geçmişlerini öğrenmek zorunda kalmayacak.

Artık herkes sanat misyoneri, estetik olmayanın dört tarafımızı sardığı bir dünyada birileri LCD bir ekranın arkasından güzel olanı arıyor, bütünün içinden güzel olanı estetik olanı çıkartmak için, çaba sarf ediyor, belki herkes büyük cümleler kurmuyor ama mırıldanmaya başlamak da önemli değil mi ?